Kategori arşivi: LİSAN TASFİYECİLİĞİ

TÜRKÇE’YE MÜDAHALE VE BAZI ÇÖZÜM YOLLARI -HÜKÜM DERGİSİ SAYI 50-

metinTÜRKÇE’YE MÜDAHALE VE

BAZI ÇÖZÜM YOLLARI

 METİN ACIPAYAM

Tarihimize bakıldığında görülecektir ki; İslâm’dan evvelki Türkler, harb-darb merkezinde hayatını idâme ettiren, cengâverlik ve yiğitlik seciyesinin zirvesini teşkil eden bir topluluktur. Karakterinde bulunan kahramanlık hissiyatı, onu mücadeleye sevketmiştir hep. Zahirde bir benlik ve cihangirlik davası gibi de görünse, kaderin sevkiyle, İslâm sancaktarlığına bir hazırlık safhası çerçevesindedir hakikatte bu. Sözkonusu cihangirlik davası, nihayet atalarımızın akın akın ezelî ve ebedî sistemin etrafında halkalanması ve mukaddes cihad mefhumuyla tanışmasıyla yepyeni bir safhaya geçecek ve artık mecraını bulacaktır.

   İslâm’dan evvelki hayatımız, tahassüs ve tefekkürden ziyâde harbe tahsis edilmiş olduğundan, o devrede teşekkül eden lisanımızın büyük eksiklikleri bulunmaktaydı. Nasıl ki kavgamız, İslâm’dan sonra cihad mefhumuyla mukaddesleşmişse, lisanımız da Peygamber lisanı olan Arabça ve veliler lisanı olan Farsça ile muhtaç olduğu olgunluğa kavuşmuştur. Batı medeniyeti için “kültür ve din dilleri” Yunanca ve Latince ne ise, İslâm medeniyeti için de Arabça ve Farsça odur. Böyle olunca, atalarımız Arabça ve Farsçaya kucaklarını açarak, tam da gerekeni yapmışlardır.

Okumaya devam et

DİL MEDENİYET MÜNASEBETİ RANA İSLAM DEĞİRMENCİ İLE MÜLAKAT -2-

rana-islam-1METİN ACIPAYAM: Dilin ontoloji ile münasebetini düşünecek olursak, diller aynı zamanda varoluş ve yokoluşun biricik âmilleridir. Dil meselesi ihmale geldiği zaman yokoluş vetiresinin başlayacağı muhakkak. Aynı zamanda büyük milletler büyük diller inşâ eden cemiyetlerden doğar. Dilin milletlerin hayatında “varoluş” ve “yokoluş” hususiyetleri hakkında ne söylemek istersiniz?

Dil meselesi, öylesine derin bir deniz, öylesine “aynı denize akan” ve akış sırasında zaman zaman birbirine karışan gürül gürül nehirler bütünü ki; dilin bu derinliğini ve her biri kuvvetli birer kol olan dille bağlantılı hayatın diğer mecralarını anlatırken hızımızı alamıyoruz.  Bu hızla bir konuya değinirken diğer bir konudan destek almak zorunda kalıyoruz. Bu durum aslında “dilin başka bir hayatî yönünü” de gözümüzün önüne seriyor. Dil, aslında “insan” (ve elbette “millet”) olmakla / kalmakla eş değer, neredeyse…

Okumaya devam et

DİL MEDENİYET MÜNASEBETİ -RANA İSLAM DEĞİRMENCİ İLE MÜLAKAT-

rana-islam“Söz Zarfı”

METİN ACIPAYAM: Dil medeniyet münasebetinden bahsedebilir misiniz?

Dil, insanların ömürleri boyunca akıl, gönül ve yüreklerinde biriktirdikleri duygu, düşünce ve hayalleri kelimelerle anlatabilmesi, hâlidir… Yani dil (lisan), Allah’ın insanoğluna bahşettiği mucizelerden biridir, bana göre. Zira, Yaratıcı’nın yarattığı tüm canlılar iradî ya da iradesizce, sistemli veya sistemsiz bir takım sesler çıkarsalar da konuşabilen tek canlı, şeref-i mahlûkat olan insandır.  Konuşabilme ihsanı, aslında, Allah’ın biz insanoğluna yüklediği önemli bir misyondur da…

Konuşma melekesi sayesinde, “insanlık sahnesine” çıkan her insan aklında, gönlünde, yüreğinde, vicdanında biriktirdiklerini, kendilerine has hayat yollarında, yine kendilerine özgü hayat levhalarından “oku”duklarını, anladıklarını diğer insanlarla paylaşmak ile mükelleftir. İşte, bu paylaşmayı en mükemmel şekilde “dil” ile yapar, insan…

Demek oluyor ki insana bahşedilen dil (lisan), dolayısı ile konuşma melekesi olmasaydı; insanın (şuurlu insanın), insanlığın, insanlık tarihinin ve elbette “medeniyet”in, medeniyet inşasının varlığından söz edebilmemiz mümkün olamayacaktı. İnsanın ve insanlığın maddî manevî bütün hazinelerinin müsebbibi, bizzat dildir.

Okumaya devam et

RİSALE-İ NUR ETRAFINDA LİSAN MÜLAHAZALARI -MÜLAKAT-

isimsiz-1ÖZGE SENA BİGEÇ İLE MÜLAKAT

—Risale- Nur ve Lisan Mülahazaları—

1.BÖLÜM

Metin Acıpayam: Risale-i Nur külliyatı muhtevasında en göze çarpan hususiyette LİSAN MESELESİ karşısında müellifin hassasiyetidir. ‘İslam Harfleri’ davasında hiçbir savsaklığı kabul etmeyen Said Nursi’dir. İnşa ve ihya hareketini fiiline başlatmış olan Risale-i Nur külliyatını hakiki manada idrak etmek isteyenlere de; “Bu eserlerden faydalanmak için İslam yazısını öğrenmeğe karar veriniz. (Nurun İlk Kapısı)diyen de bizzat kendisidir. Bu zaviyeden bakılacak olursa neler söylemek istersiniz?

Özge Sena Bigeç: Evvelâ; Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’ni tanımak gerekiyor ki; kendisi, İslamiyet’e yapılan tüm tahkîr ve tahrîb faaliyetlerinin vaktinde zuhûr etmiş olan Nebilerin Varisi, Medeniyetimizin Kurtarıcısı ve Koruyucusu ve bu asrın Müceddidi’dir. Arş-ı Âlâ’dan takdim edilen “Seçilmişlik” ve “vazifelendirilmişlik” konumu itibariyle; kendisi, bulunduğu asrın en yüksek Ferâset ve Belâgat ve Basîret sahibi Zât’tır. Bu ulvî vasıflar, birçok ulema tarafından tahkik ve tasdik edilmiştir. Bediüzzaman’ın bu vasıflarını inkâr eden ya câhildir, ya zâlimdir.

Böyle yüksek fikirli ve âlî zikirli Zât’ın “İslam Yazısı”na yapmış olduğu vurgu, bir binanın temelinin kaybedilmemesi çağrısıdır. Zîra; temelini kaybettiğiniz binanın, devamiyle artık her şeyini kaybedeceksiniz demektir. Yapılan inkılablar, bu kadîm binanın nasıl harab edildiğini ve deccalin tohumları tarafından daha da harab edilmek istendiğinin aşikarıdır. Hatta denilebilir ki; Suriye’de din düşmanı münafıklar gökten bomba yağdırırken, Türkiye’de de bu bombalar vaktiyle yerden yağdırılmış, topraklarımız acib bir su-i kasta maruz kalmıştır.

Yaşanan bu elim hadiseler ve atılan bu zehirli tohumlar ile topraklarımızdan maatteessüf zararlı nebatat vücud bulmuş, dikenleriyle ruhları adeta kanata kanata sarmıştır. Sarmıştır ve insanlar Allah’a hür olabilecekken, Deccal’e esir olmuşlardır. Bu akıbet artık harflerine yabancı, ilmine cahil, ecdadına uzak, giysisini bilmeyen ve tüm bunları “aramayan” donuk bir nesil meydana getirmiştir. Bediüzzaman Hazretleri daha o zamanlardan bugünleri görerek tehlikeleri tesbit etmiş, kardeşlerini ikaz etmiş, bir baba şefkatiyle tüm “insanlığı” kucaklayarak, yakan ve yıkan her şeyin karşısında bir sed vazifesi görmüş; bu uğurda her şeyini, ama her şeyini feda etmiştir. Tarihçe-i Hayatı ve hiçbir şeye boyun eğmeyen, hiçbir madde ve menfaat karşısında eğilmeyen o yüce ahlakı tüm bunlara canlı birer burhân-ı sâdık-ı nâtıktır.

İslam Yazısı; yeryüzünün alınyazısıdır. Hiçbir beşer bu yazıyı silemeyecektir. Silinemeyecek olan bu yazının da düşmanları, kişileri boş şeylerle oyalayarak ya da karalayarak onları bu ilahi yazıdan uzaklaştırma faaliyetini yürütmüşlerdir. Bu düşmanlığın da en başı İslam’ın Harfleri’ni küfür ve inkar libasıyla örtüp, yerine Latin Harfleri’ni getirmek olmuştur. İnsan sormalı ki; benim alfabem niye değiştirilsin?! Bunu ancak bir düşman yapar! O vakitlerde bu düşman güruh, ülkemizde ya da dünyada –hakiki manada- insanlığın hangi sorunlarıyla mücadele etti ki sıra harflere geldi? Böyle bir sıra olabilir mi? Evet; bu sıradışılıkdır. Sıradan çıkıştır. Hakikat’ten sapıştır.

O günleri görecek değil, bilecek de değil, İDRAK edecek bir biliş ve duyuş diliyorum tüm Müslümanlar için. Zira İDRAK’i olmayan bir bilişin HAREKET safhası da yoktur. Oysa Hakikatler ne masaldır, ne şiir! Hakikatler “İŞİTTİK VE İTAAT ETTİK” ayeti kerimesinde vücud bulmuş ve bulunması istenilmiştir. İşittin mi? Hani itaatin? Nerede hareketin? Öyleyse işitmedin! “SAĞIRDIRLAR” der diğer ayeti kerime. İnsan kendi konumunu kendi belirleyebilir. Ya işitendir ya da kulakları (kalpleri) kilitlenmiştir. Hür değildir. Esirdir.

Metin Acıpayam: Emirdağ Lahikasının ilk baskısının 81. Sahifesine kulak verelim:  “Eğer tab edilse herkes kolayca elde edeceği için kemâl-i merakla ona çalışılmaz, bilfiil neşrine hizmet vazifesini kaybeder. Risâle-i Nur’un mühim bir vazifesi, Âlem-i İslâm’ın ekseriyyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan hurûf-islâmiyeyi muhâfaza etmek olduğundan, tab yoluyla işe girişilse, şimdi ekser halk yeni hurûfu bildiği için en çok risâleleri yeni hurûfla tab etmek lazım gelir. Bu ise Risale-i Nur’un yeni hurûfa bir fetvâsı olup şâkirdleri de o kolay yazıyı tercih etmeğe sebeb olur.” Üstadın bu sözlerine bakılacak olursa, O; Risâle-i Nur’ların Lâtin harfleriyle matbaalarda neşredilmesine gönlü razı olmamıştır ve bu hususta da izin vermemiştir. Buradan hareketle neler söylemek istersiniz?

Okumaya devam et

RUZNÂME 20 AĞUSTOS 2016

ruznameNihâd Sâmi Banarlı Okumaları -12-

Nihâd Sâmi Banarlı ve Türkçemiz -2-

Türkçenin Sırlarından Notlar

Dilleri dil yapanlar, birtakım alaylı hatta âlim dilciler değil, milletlerdir; milletlerin, dile bir güzellik ve bir güzel ses vermek için yaratılmış, kadın, erkek, adsız evlâtlardır. Bir de milletlerin dillerini seven, anlayan ilâhi bir güzellikle kullanan, büyük şâirlerdir. Esâsen bir millet için büyük şâir demek, milletinin dilindeki güzel sesi duyan ve duyuran insan demektir. (Türkçenin Sırları s. 37)

Okumaya devam et

RUZNÂME 19 AĞUSTOS 2016

ruznameNihâd Sâmi Banarlı Okumaları -11-

Nihâd Sâmi Banarlı ve Türkçemiz -1-

Ey Okuyucu! Kelimelerin sırlı manalarıyla seslenmek isterim sana. Ne bir mübalağa, ne de kuru ve manasız cümleler yığını… Sadece mana ve mevzu bütünlüğü. Harfler kelimeleri, kelimeler fikirleri doğurur. Kelimeler… Kelimeler… Kelimeler… İnsanı, zirveye çıkaran da kelimeler, zirveden uçuruma sürükleyen de… Kelimeye hücum, lisana hücum, lisana hücum da vatana ve tabii olarak tefekkür âlemimize hücum. En acımasız ve manasız meşgale; Lisân müdahaleciliği. Lisâna müdahale; varlığa, insana, hayata müdahale. Bu cümlelerin bendeki ilham mimârı Nihâd Sâmi Banarlı’dır. Yıllar önce okuduğum şaheser tadındaki eseri; Türkçenin Sırları… Bu eser, güzel Türkçemizin sırlı dünyasına açılan bir pencere, Türkçe düşmanlarına ilân edilen irfan savaşının hücumnâmesi… ve Türkçe dostlarının yüreğine su serpen müsbet bir beyannâme.

Okumaya devam et