*Risalet tedrisatı, sohbet
Tedrisat usulünün en ulvi olanı sohbettir. Sohbet, mutlak varlığa ve külli iradeye muhatap olan Hazreti Peygamberin aziz hayatının büyük bölümünde cereyan eden, tesir ve verimlilik bakımından nev-i şahsına münhasır bir tedrisat usulüdür.
*
Ahmet Hikmet Müftüoğlu “Çağlayanlar” isimli eserinde Şark ve Garp dünyalarının tahlilini yapmış, iki ayrı dünyanın birbirleri arasındaki çeşitli farklarını ortaya koyarak “Şarkın ve Garbın” beraber olamayacağını, Garbın her daim Şark karşısında mağlub ve mahzun kalacağını isbat etmesi bakımından eseri fevkalade öneme sahiptir. Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Garb ve Şark âlemlerinin madde madde farklarını ortaya koyarken, muhtevamızla alakalı olanı en dikkat çekicidir. Bu da sohbet meselesidir. Ahmet Hikmet’e göre; Batı, münakaşalar âlemiyken Şark; sohbet medeniyetidir.
Münakaşa; mahiyet itibariyle sıhhatsiz, bir o kadar da ferdi ve içtimai nizamı sarsıcı bir hususiyete sahiptir. Batı felsefi mecrası, Ahmet Hikmet’in de buyurduğu üzere kavgaların ve münakaşaların diyarıdır. Kavganın ve münakaşanın olduğu yerde, insani münasebetler dumura uğrar, dumura uğrayan münasebetlerden dolayıdır ki, sohbetin icrasını bırakın, sohbet meselesinin bile başlığı o diyarlarda mevcut olmaz.
*
İslam Medeniyeti Sohbet Medeniyetidir
Varlık-Hayat-İnsan telakkilerinin tüm oluş hiyerarşisini çıkaran, bilginin mertebelerini “ilimlerin tasnifi” etrafında gerçekleştiren İslam Medeniyetine bakıldığı zaman, ilim meselesi bir nizam ve usûl etrafında icra ve tanzim edilmiştir. Bu tanzim şeklinin tatbik ayağını sohbet usulü oluşturmaktadır. Sohbet, İslam Medeniyet Tasavvurunun Maarif Telakkisinde öz demek, usûl demek, tedrisat demektir… Müslümanlar, hakikate sohbet ve istişare yoluyla ulaşırken, Batılılar, hakikati münakaşa yoluyla dağıtarak savrulmuşlardır. Bu sebepten İslam Medeniyetinin ilim adamları aynı zamanda “vefa” adamlarıdır. Zira her muallimin bir talebesi, her talebenin de vefası gereği unutamadığı “muallimi” “mürebbisi” “mürşidi” vardır. Batıda ise ilim haysiyetinden mahrumiyet olduğu içindir ki ilmi ve şahsi bir silsile oluşmamış, bu sebepten her filozof kendinden önceki filozofa küfrederek işe başlamıştır. Çünkü her filozof “yeryüzü tanrısıdır”. Kendini Tanrı mesabesine çıkaran bir filozofun istişareye ve sohbete ihtiyaç duyması düşünülebilir mi?